Abbas Kiarostami‘nin ustalık eserlerinden Copie Conforme (Aslı Gibidir), sanat eseri ile kopyaları arasındaki ilişkiden yola çıkıyor ve kullanılan metafor kısa süre sonra filmimizin kadın ve erkek baş karakterleri arasında oynanan karşılıklı aşk oyunu zeminine çekiliyor. Bu oyun o kadar iyi oynanıyor ki ortaya ‘gerçek bir aşktan’ daha iyi bir aşk görüntüsü çıkıyor ve seyirci bir noktadan sonra ikilinin gerçekten romantik bir çift olup olmadığını ayırt edemez hale geliyor.
Peki iyi bir kopya aslı kadar ve hatta daha iyi olabilir mi? Bu tartışma özü itibariyle aslında sanat ve taklit ettiği şey arasındaki ilişki bağlamında bin yılı aşkın süredir tartışılmaktadır. Sanat bizzat bir kopya mıdır? Sanat şeyleri olduğu gibi mi kopya eder? Yoksa ideal olanın kopyası mıdır? Ya da idealar dünyasındaki ideal olanların, etrafımızdaki kopyalarının kopyaları mıdır?
Aslı Gibidir de bu düşünceler sadece birer basamak. Kiarostami zerafet dolu bu filminde bu düşünceleri aşka ve ilişkilere uyarlamamızı istiyor görünüyor. Gerçekten aşkı nasıl yaşadığımızda ve hatta nasıl hissettiğimizde çevremizde aşka dair gördüklerimizin, bir şekilde edindiğimiz izlenimlerin inançların büyük etkisi olduğu farklı disiplinlerden araştırmacılarca defalarca ortaya konmuştur. Aşklarımız da nihai olarak kopya veya kopyaların kopyası. Yine de belki ümitsizliğe kapılmaya gerek yoktur. Belki kopyalar aslı gibi ve hatta bazen aslından daha iyi olabilir. Ama biz önce sevme sanatında bütün kopyaların nihai olarak kendinden geldiği bir ideal aşk var mı ona bakalım.
Sevgi, aşkı bulamayanların avuntusu mu?
İngilizcede aşka/sevgiye karşılık gelen tek bir sözcük (love) bulunduğunu daha önce söylemiştik. Bu alanda yine yoğun şekilde çalışmış bir başka psikolog olan John Lee de tam olarak bu noktaya işaret ediyor ve aşk ve sevgi için tek tür sözcüğün var olmasının bunların özünde tek tür bir ilişki olarak algılanmasından kaynaklandığını söylüyor.
Aşk/sevgi ve türlerini tek türde bir ilişki olarak algılamak ise tüm bunları siyah-beyaz bir resim olarak görmeye benziyor. Böyle bir değerlendirme sonuç olarak insanları aşk/sevgi yaşantısındaki farklılıkları niteliksel değil niceliksel farklılıklar olarak yorumlamaya götürüyor. Bir sevgi türünü diğerinden daha açık daha koyu olarak ya da daha yaygın şekilde daha seyreltik/yoğun veya daha zayıf/güçlü olarak değerlendiriyoruz.
Lee ise Aşkın Renkleri isimli kitabında (The Colors of Love, 1973) aşkı/sevgiyi siyah beyaz gören bu yaklaşımın aksine sevginin renkli bir resminin oluşturulması gerektiğini savunarak sevgiyi/aşkı ve çeşitlerini açıklamak için bir renk anolojisi kullanmıştır. Bu tür bir algıyla insanlar sürekli olarak kendi aşklarını başkalarınınkiyle kıyaslayarak kendi aşklarını gerçek aşk olarak görüp başkalarınınkini gerçek aşk olarak görmemekten (veya tam aksine başkalarınınkini gerçek aşk olarak görüp kendilerininkini görmemekten) vazgeçeceklerdir. Çünkü insanlar nasıl farklı renkleri tercih ediyorlarsa aynı şekilde farklı aşk türlerini de tercih edebileceklerinin ayırdına varacaklardır. Bunun yanı sıra kişi geçmiş aşk yaşantılarını sorgulamaktan vazgeçecek, biten bir aşk için “demek ki ona sevgim gerçek değilmiş, onu gerçekten sevmemişim” demek yerine “onu bir şekilde sevmiştim, ona bir türde aşk hissetmiştim ama istediğim aşk sevgi türü bu değildi” diyerek hislerini yalanlamasından dolayı kafasında oluşacak karmaşaya son verecek ve aşk yaşantılarından deneyim elde edebilecektir.
Aşkı çeşitlendirmeye yönelik çok sayıda çalışmadan Lee’nin modeline örnek teşkil etmesi için kısaca göz atalım. Bu konuda daha detaylı bilgi ve diğer modeller için kitabıma(link) göz atabilirsiniz.
Aşkın Renkleri – John Lee
Lee’nin aşk tipolojisinde öncelikle üç ana renkle ifade edebileceğimiz üç esas aşk stili vardır. Birincil aşk stilleri denilen ve yunanca sözcüklerle ifade edilen bu aşk stilleri eros, storge ve ludus olarak adlandırılmıştır.
Tutkulu Aşk, Eros: Tutkulu aşkı ifade eder. Eros aşk stilinin en önemli karakteristiği güçlü bir fiziksel çekimle başlamasıdır.
Oyun Gibi Aşk, Ludus: Bu aşk stilini tercih eden kişiler aşkı sorumluluk almadan özgür bir şekilde yaşamak isterler. Aşk onlar için keyif veren bir yaşantı şekli, adeta bir oyun gibidir.
Arkadaşça Aşk, Storge: Kısacası bu aşk stilini tercih edenler için aşkta/ilişkide beraber vakit geçirebilmek, beraber eğlenebilmek öncelikle önemlidir.
Bu aşk stillerinin dışında bir de ikincil aşk stilleri vardır ki bunlar birincil aşk stillerinin kombinasyonlarından oluşur. Lee’ye göre birincil aşk stillerinin değişik kombinasyonlarıyla pek çok aşk stili türetilebilir, bunları bir sayıyla sınırlamanın manası yoktur. Ancak Lee yine de çok rastlanılan üç ikincil aşk stilini de çalışmasına eklemiştir. Toplumda çok karşılaşılan üç ikincil aşk stili ise mania, pragma ve agapedir.
Sanat ve İdealizasyon
Kendi sanatını icra etmek
Kötü taklitler, bezdirici derecede çok, aşkı bulamamanın talihsizliği
Aşk karşılıklı oynadığımız bir oyun mu?
Coppie Conformie çok iyi bir film ancak aynı konu kötü bir yapım ve kötü oyunculuklar ile seyir zevki açısından hiç de cazip olmayan bir görüntü serer önümüze.
Baş rollerde bir erkek ve bir kadın. İkisi de ölesiye olağan ve sıklıkla sevmeyi bilmeyen insanlar. İkisi de aşk yaşamak zorundalığını hissederler. Üstelik her şövalyenin bir sevgiliye, her prensesin bir prense ihtiyacı vardır. Hem yalnızlıklarından kurtulmak, hem tercih edildiklerini göstermek arzusundalar. Rutin dialoglar; abartılı, doğal olmayan aşk sözleridir. Ucuz aşk romanlarından, dizilerinden de tanırız bunları; son derece ruhsuzdurlar, hem oynayanı hem izleyeni sıkarlar. Mümkünse kanalı değiştiririz.
Abartı, gösterinin doğasında vardır. Yalanların gerçeklerden çok daha şatafatlı ve kendini sergilemeye hevesli olması ekseriye bundandır. Sevginin zorunlu olduğuna inandığımız ama içimizde bulamadığımız hallerde bazen de farkında olmaksızın hem kendimizi hem seyircileri kandırmak için telafi davranışları sergileriz. Bu romantik sevgi söz konusu olduğunda böyle olabileceği gibi, annenin çocuğuna gösterdiği veya kulun ilahına gösterdiği sevgi davranışında da söz konusu olabilir. Sevgisizlikten doğan bu abartılı sevgi gösterilerini hemen her zaman etrafımızda bolca görürüz ki sıklıkla amaç bizim görmemizdir.
Diğer taraftan ne hissettiğimiz de ne hissetmemiz gerektiğine dair inancımızın doğrudan etkisi altındadır. Hatfield ve Walster’e göre duygularımız hem düşüncelerimiz hem de fizyolojimizin ortak etkileşimiyle şekillenmektedir. Yani insanların karşılaştıkları bir durum karşısında ne hissettikleri, ne hissetmeleri gerektiğine olan inançlarının doğrudan tesiri altındadır. Dolayısıyla insanlar içinde yaşadıkları toplumdan, çevrelerinden, arkadaşlarından, ebeveynlerinden belirli durumlarda nasıl hissedeceklerini ve bunun sonucunda nasıl davranışlarda bulunacaklarını öğrenirler. Aşk da bunlara dahildir. Aşkı nasıl yaşayacağımız ve nasıl tepki vereceğimiz öğrenilmiştir. Diğer taraftan ortada yorumlanacak duyguların varlığından bahsedebilmemiz için bir takım biyolojik koşulların sağlanması gerekmektedir. Gerekli nörokimyasalların varlığından, sinir sistemi tepkilerinden bağımsız şekilde duyguların varlığından bahsedemeyiz. Sonuç olarak ne hissedeceğimiz ve ne yoğunlukta hissedeceğimiz genel olarak fizyolojik faktörlere bağlı, bu hislerimizi nasıl yorumlayacağımız ve ne şekilde karşılık vereceğimiz ise büyük ölçüde bilişsel faktörlere bağlıdır.