John B. Watson (1878 – 1958)
ABD’li psikolog John Broadus Watson, psikolojide davranışçılık ekolüne yaptığı katkılarla tanınmaktadır. 29 yaşında profesörlük unvanını alan Watson psikolojide davranışçılık ekolünün kurucusu olarak kabul edilir.
(img)
John Watson’ın Yaşamı
John B. Watson 1878’de Güney Karolina’da Greenville yakınlarında doğdu. Watson’ın annesi çok dindarken; babası ise annesinin tam zıttıydı. Watson 13 yaşındayken, babası onları terkedip başka bir kadınla kaçtı ve bir daha geri dönmedi.
Watson, ilk eğitimine Greenville yakınlarında tek odalı bir okulda başladı. Son derece dindar ve tutucu bir evde yaşamasına karşın hep bir parça başkaldırı eğilimi taşıdı. Watson’ın gençlik yılları suç olaylarının yoğun yaşandığı bölgelerde, bu olayların içinde geçti. Watson da çok sayıda kavgaya karışmış ve bir tanesi şehir içinde silah kullanmak suçundan olmak üzere iki kez tutuklanmıştı.
Watson lise eğitiminde de pek başarılı sayılmazdı. Ancak notları iyi olmasa da 16 yaşında Greenville’in Furman Üniversitesi’ne kabul edildi. Bu üniversiteden mezun olmasının ardında Chicago Üniversitesi’nde master eğitimi almaya başladı.
Watson, bu eğitimini de bitirmesinin ardından hem psikoloji alanında hem de nöroloji alanında çok sayıda iş teklifi aldı. Watson için en cazip görünen teklif Deneysel Psikoloji alanında yardımcı öğretim üyeliği olmuştu. Böylece akademik hayatına devam eden Watson iki yıl sonra henüz 29 yaşındayken Amerika’nın büyük üniversitelerinden biri olan Johns Hopkins Üniversitesi’nde profesör kadrosuna atandı.
Watson, 1920 yılına kadar 12 yıl boyunca buradaki görevine devam etti ve burada geçirdiği yıllar onun psikoloji açısından en üretken olduğu dönem oldu. Watson’ın burada geçirdiği başarılı kariyeri oldukça sansasyonel şekilde sona ermişti. Evli olan Watson 1920’de öğrencisi Rosaline Rayner ile ilişkiye girdi ve daha sonra karısından ayrılarak onunla evlendi. Üniversite yönetimi bu durumun üniversitenin saygınlığına zarar vereceğini söyleyerek Watson’ı istifa etmeye zorladı. Diğer üniversiteler de Watson’ı, üzerine yapışan bu kötü şöhret yüzünden kabul etmediler. Böylece Watson kariyerine özel sektörde devam etmek durumunda kaldı ve kendine meslek olarak reklamcılığı seçti. Reklamcılık, psikoloji alanında yaptığı çalışmalara da uygun görünüyordu. 1945 yılında emekli olana kadar reklamcılık üzerinde çalışan Watson bu sektörde de çok büyük etkiler bıraktı.
Uzun yıllar sonra tanınmış ve varlıklı birisi olduğunda, babası onu görmek için New York’a, Watson’ın yanına geldi. Fakat Watson babasını görmek istemeyerek onu geri çevirdi.
Davranışçılığın Kuruluşu
Watson artık neredeyse geleneksel bir metod halini almış olan içebakış metoduyla, William James ve Wilhelm Wundt’un çizgilerinde eğitim vermesine karşın bu durumdan hiç de hoşnut değildi. İçebakış metodu güvenilir değildi ve sürekli çelişkili sonuçlar veriyordu. Bilinç, zihin gibi kavramlar ise üzerinde çalışılması güç ve muğlaktılar. Watson bilinç ve zihin kavramlarında başvurmadan da psikolojik olguların açıklanabileceğini düşünüyordu.
Watson’a göre zihinsel işleyişte önemli olan ayarlanmalar ve onlara neden olan uyaranlara ilişkin bütüncül bilgilerdi. Psikolojinin teorik amacıysa, davranışın önceden kestirilmesi ve yönetilmesiydi. Canlıların davranışlarını, insan ve hayvan arasında ayrım gözetmeksizin birleştirici bir yaklaşımla incelemeyi hedefleyen Watson, bunun için hayvanlar üzerinde de çalışmalar yaptı. Buna karşın çokları Watson’ın bu yaklaşımını anlamakta zorlanıyor hayvan çalışmalarıyla psikolojinin, yani insan zihninin işleyişinin bir alakası olmadığını düşünüyordu. Bu konudaki ısrarlı sorulardan sıkılan Watson bundan sonra mevcut psikolojik metodolojiye uymama, psikolojiyi kendi çalışmalarına uygun şekilde yeniden yorumlama yönünde bir karar aldı. Bu karar psikolojide en güçlü ekollerinden biri olan davranışçılık ekolünün doğması anlamına geliyordu.
Watson görüşülerini ilk olarak, 1913’te Psychological Review’de ‘Davranışçının Gözüyle Ruhbilim’ başlıklı oldukça sert bir yazıyla açıkladı ve daha sonra bunları genişletererk 1914’te, ’Davranış: Karşılaştırmalı Ruhbilime Bir Giriş’ adıyla kitap olarak yayınladı. Watson bu kitapta psikoloji araştırmalarında hayvanların denek olarak kullanılmasının avantajları anlatarak, hayvan psikolojisinin kabul edilmesi gerektiğini savundu.
Çalışmaları büyük ilgi gören Watson, 1915’de Amerika Psikoloji Derneği Başkanı olarak seçildi. Daha sonra davranışçı ilkeleri insan psikolojisine uyarlamak için çalışmaya başladı. Bu konudaki çalışmalarını dört yıl sonra 1919’da ‘Bir Davranışçının Gözünden Ruhbilim’ adıyla yayınladı.
(img)
“Bana rastgele bir bebek verin, soyu-sopu, yetenekleri, eğilimleri, becerileri, vs. ne olursa olsun, ondan istediğim şeyi yaratayım: bir doktor, avukat, tüccar, hatta bir hırsız, bir katil.” John Watson
Watson, 1919’un sonlarına doğru bebekler üzerinde yaptığı şartlanma deneyleri oldukça etkili ve etkili oldukları kadar da tartışmalı oldular. Bu yıllarda akademik çevrelerde büyük nüfuz elde elde etmiş olan Watson, öğrencisi Rosaline Rayner ile sansasyonel ilişkisi nedeniyle meslekten uzaklaştırılmasına karşın çalışmalarını bırakmadı.
Watson ilerleyen dönemlerde de davranışçı psikoloji üzerinde dersler verdi ve 1924’te bunları *‘Davranışçılık’ * adıyla yayınladı. 1928’de Watson ve karısı davranışçı psikolojinin bakış açısına göre çocuk yetiştirme üzerine ’Bebeğin ve Çocuğun Ruhbilimsel Bakımı’ ismiyle bir kitap yayınladılar. Bu kitap halk tarafından çok büyük ölçüde benimsenerek yeni bir Amerikan çocuk yetiştirme kültürünün oluşmasına önayak oldu.
Davranışçılığın Metodları
John B. Watson psikolojinin kendisini doğa bilimleriyle yani gözlenebilir olan davranışlarlar sınırlaması gerektiğini savunmuştur. Bundan ötürü davranışçı psikolojide, gerçekleştirilen araştırmalarda sadece tamamen nesnel araştırma metodları kullanılmalıydı.
**Watson araştırmalarda kullanılabilecek metodları şu şekilde belirtmişti.
1- araçlı ve araçsız gözlem,
2- test metotları,
3- sözel anlatım metodu ve
4- koşullu refleks metodu.
Küçük Albert Deneyi
‘Korku’ hakkında kafasında bir takım soru işaretleri taşıyan ve bu konuda bazı testler ve araştırmalar yapmak isteyen Watson, asistanı Rosalie Rayner ile birlikte John Hopkins hastanesi kreşinde oynayan çocukları uzaktan incelemeye koyulurlar. Yapacakları deneyler için izin alabilecekleri bir aile ararlar. Bir süre sonra 8 aylık sağlıklı bir bebek olan Albert üzerinde karar kılarak deney tasarısını hazırlarlar.
Tarihteki en önemli psikolojik deneylerden biri olarak kabul edilen bu deneye başlamadan önce küçük Albert’a birkaç duygusal test yaparlar.
Albert’a sırasıyla beyaz bir fare, tavşan, peruk, maske, yanan kağıt parçaları gibi ilk kez karşılaşabileceği nesneler ve olaylar göstererek Albert’ın bunlara karşı koşulsuz bir korku tepkisi olup olmadığını anlamaya çalışırlar. Bekledikleri gibi Albert, gördüğü hiçbir nesneye veya olaya karşı korku tepkisi göstermez; sürekli gülümser.
Bunun sonrasında Albert’ı üzerine oturacağı bez yatak haricinde hiçbir eşya bulunmayan, boş bir odaya götürürler. Daha sonra Watson ile asistanı Rayner odadan çıkarlar ve odaya, yalnız bıraktıkları Albert’ın yanına beyaz laboratuvar faresi gönderirler. Albert, fareden korkmak bir yana fareden oldukça hoşlanır, eğlenerek onu yakalamaya çalışır, gülmeye başlar.
Her şey beklenildiği gibidir ve böylece bir sonraki aşamaya geçilme zamanı gelir.
Bu aşamada Albert, fareye her dokunduğunda iki demir çubuğu birbirine vurarak son derece rahatsız edici, ürkütücü sesler çıkarmaya başlarlar. Seslerden korkan küçük Albert ağlamaya başlar. Albert, oda tekrar sessizleştiğinde fareyle oynamaya devam eder ve fareye tekrar dokunduğu ilk an aynı rahatsız edici gürültü tekrarlanır.
Ağlaması dinip, ilgisi tekrar fareye kayan Albert, fareye her dokunmaya yeltendiğinde hep aynı ürkütücü sesi duyduğu için bir süre sonra fareye dokunmaktan korkmaya başlar. Deneyin bu aşaması birkaç gün sürer ve tekrarlanır.
(img)
Watson ve Rayner deneyi daha da ileri noktaya götürerek Albert’ın yanına tavşan vs. başka tüylü objeler de getirirler ve bunun sonucunda Albert, özellikle beyaz renkli, tüylü bir nesne gördüğünde ondan korkup, kaçmaya çalıştığı ve ağladığı görülür.
Albert gördüğü pamuk, beyaz tavşan ve benzer nesneler gördüğünde, artık demir çubuklarla çıkarılan sesler olmamasına karşın korkmaya başlar.
Bu sonuçlarla yetinmeyen Watson ve asistanı deneyi daha da ileriye taşıyarak beyaz sakallı ve tüylü kostümler giyerek odaya girerler. Karşısında git gide büyüyen tüylü nesneler gören küçük Albert’ın korkusu artık beynine tamamen kazınmıştı.
Deney sonucunda son derece önemli veriler elde edilmişti. 1920’lerde yapılan bu deneyle bilim insanları koşullu korkuyu kanıtlamış oluyorlardı. Bunun sonucunda Watson, aslında tüm korkularımızın ve içgüdüsel saydığımız diğer diğer pek çok davranışımızın bu şekildeki koşullamalar sonucunda oluşmuş olduğunu söylüyor ve insanların çevresi tarafından yönlendirilen, çevresindeki uyaranlara tepkiler üreten pasif, edilgen bir varlık olduğunu öne sürüyordu.
Deneyde elde edilen önemli sonuçlara karşın Watson deney uğruna 8 aylık bir bebeğe yapılan koşullandırmayı geriye almadığı, onu iyileştirmediği için büyük tepki çekmişti. Bu deneyin geri dönüşünün yani Albert’ın eski ruh sağlığına kavuşmasının mümkün olup olmadığı da ayrı bir soru işaretiydi.
Küçük Albert’a Daha Sonra Ne Oldu?
Küçük Albert’a deney sonrasında ne olduğuyla ilgili çok sayıda farklı rivayet söz konusu.
Yazar Tom Bartlett’ın anlattığına göre, küçük Albert’in annesi hastanede süt annelik yapıyordu. Sosyal statüsü hastanenin diğer çalışanlarına göre daha düşüktü ve maddi imkansızlıktan dolayı bebeğinin deneyde kullanılması teklifini geri çevirememişti. “Finding Little Albert” isimli kitaba göreyse, küçük Albert’ın üzerinde yapılan deneyler annesinin bilgisi dışında yapılmıştı ve annesi deneyleri öğrendiğinde bebeğini alıp, ortadan kayboldu.
Amerikan Psikoloji Derneği verilerine göreyse küçük Albert’in asıl adı Douglas Merritte ve kayıtlara göre, Douglas 6 yaşında hidrosefali’den ( Beyinde su toplanması) hayatını kaybetti.
Üzerinde bu tür deneyeler yapılan küçük bir bebeğin, hayatı boyunca karşılaşacağı olumsuzlukların dikkate alınmaması etik olarak hâlâ başta psikologlar olmak üzere bilim dünyasının en çok tartışılan konularından biridir. Önümüzdeki yüzyıllarda da bu tartışma sona erecekmiş gibi gözükmüyor.