Medeniyet insanların farklı şeyler üretip ürettiklerinin fazlalarını takas etmesi üzerine kurulu olduğuna ve tekrar avcı toplayıcılığa dönemeyeceğimize göre ticaretsiz bir yaşamın mümkün olmadığı da açıktır. Yani sistemler değişse, isimler değişse de bu alış-verişin ortadan kalkması mümkün değildir .
İnsan ruhu bir bölümüyle içleştirilmiş kültür olduğundan kapitalizm artık bizim için sadece ekonomik bir model değil aynı zamanda düşünme, yaşama, özetle bir varoluş biçimidir de. Artık ilişkilerimiz de dahil hiç bir şey bunun dışına çıkamaz. Çıkması gerektiğini de iddia ediyor değilim. İlla bu konuya bir eleştiri getirmem gerekirse hemen her alanda olduğu gibi ilişkilerde de ticaret yapmanın ticaret yapmaya götüren amaçların önüne geçtiği eleştirisini yapabilirim. Yani yaygın şekilde ihtiyaçlarımızı gözetmeksizin ilişkilerde de mutluluğun ve başarının karlı alışveriş yapmaktan ibaret olduğunu düşünüyoruz.
Düşüncesi her ne kadar sempatik gelmese de araştırmalar ilişkilerimizde de ticari kaygıların en önemli belirleyicilerden biri olduğu konusunda güçlü şekilde ittifak halinde. Üstelik burada sadece ruhsal psikolojik alışverişteki değil, aynı zamanda maddi, ekonomik alışverişteki kaygılardan bahsediyoruz. Antropologlar yaptıkları araştırmalar sonucunda çok çok uzun zamandır, bir kültürde çok karılı veya çok kocalı evliliklerin oluşmasının, evliliğin devamlılığının, süresisinin hemen her zaman kadın ve erkeğin ekonomik durumuna ve statüsüne bağlı olarak şekillendiğini ortaya koyuyorlar. Sadece kültürel zorunluluklar değil kişisel seçimler de büyük ölçüde bu yönde.
Biz yine de bu yazıda alışverişin maddi yönünden çok, ruhsal ve manevi yönünü ele alacağız.
Mübadele Kuramları
Elimizde tek bir mal varsa ve hayatımız boyunca ihtiyaç duyacağımız pek çok şeyi bununla karşılayacaksak doğal olarak elimizdeki malı en iyi şekilde değerlendirmeye ve bunun karşısında elde edebileceklerimizin maksimumunu elde etmeye çalışırız.
Peki bu mal bizzat kendimizsek, bu durumda tutumumuz değişir miydi?
“Sosyal değiş-tokuş kuramı” bize pek de bir şeyin değişmediğini söylüyor. Sosyal değiş tokuş kuramı bir ilişkideki tatminimizin , o ilişkiye dair hislerimizin o ilişkiden elde ettiğimiz ödüllere, ödediğimizi düşündüğümüz bedellere(kişisel özellikler, çekicilik, emek, maddi olanaklar vs) ve gerçek potansiyelimizin ne olduğuna yani başka bir deyişle daha iyi bir ilişki yaşama imkanımız olup olmadığına dair düşüncelerimize bağlı olduğunu söylüyor. Kurama göre kafamızda kendimizi ölçüp tartıyor ederimizi hesaplıyor, bununla elde edebileceğimizin en iyisini elde etmeye çalışıyoruz. Sosyal değiş tokuş kuramı en iyi, en karlı ticareti yapmaya çalıştığımızı söylüyor. Mevcut bir ilişkimiz varken de aynı düşünce tarzısını sürdürüyor, daha fazlasını elde edebileceksek mevcut ilişkiyle tatmin olmuyor ve ilişkide doyumsuzluk yaşayıp, yeni ilişki ihtimallerini değerlendirmeye alıyoruz.
Bir başka kuram olan “eşitlik kuramı”na göreyse sağlıklı memnun olduğumuz bir ilişki ancak taraflar arasında adil bir değiş tokuş üzerine kuruludur. Yani elde edebileceğimiz maksimum ödülü sağlayacak ilişkiyi değil aşağı yukarı bize denk bir partner hedefliyoruz. Verdiklerimizin aldıklarımızdan belirgin şekilde daha fazla olduğunu düşünüyorsak ve daha iyi bir ilişki kurabileceğimize inanıyorsak ilişkide tatminsizlik yaşıyoruz. Buna karşın aldıklarımız, verdiklerimizden belirgin şekilde fazla olduğunda ise kendimizi baskı altında , güvensiz ve bazen de suçlu hissediyoruz. Sonuç olarak eşitlik kuramına göre mümkün olduğunca karlı değil mümkün olduğunca adil bir alışveriş yapmaya çalışıyoruz. Belki gönlümüzde çok daha iyileri yatsa da güvenli bir ilişki için kendimize yaklaşık eşdeğer bir partnere yöneliyoruz. Buna göre ilişkide gereğinden az veya çok yarar sağlıyorsak bunu dengelememiz gerekiyor. Elbet de her konuda denk olmaktan bahsetmiyoruz. Örneğin kadının güzelliği, erkeğin başarısı ile denklik sağlayabiliyor. Eskilerin bize öğütlediği akıllı ve sağduyulu evlilik de çoğunlukla dengeli bir ilişki kurmamız yönündedir. Bugün eş seçimi büyük ölçüde romantizm odaklı olsa da görünüşe göre romantik yönelimlerimiz de çoğunlukla hayatın gerçeklerinden tamamen kopuk değil.
Bu iki kuramı karşılaştırırsak eşitlik kuramının gündelik klinik pratiğe daha uygun olduğunu söyleyebiliriz. Yine de asimetrinin hepimiz için ilişkiye veya bu tür ilişkiler hayal etmemize engel olduğunu söylemek güç. Her ne kadar elde ettiğimiz ilişki de kendimiz hakkında görüşlerimiz üzerinde etkili olsa da belirgin bir şekilde partnerimizin bizden daha çekici, daha varlıklı, daha kültürlü olduğunu düşünmek ilişkide baskı altında ve güvensiz hissetmemize neden oluyor. Dengesiz bir ilişki kuran kişi kaygı endişe ve baskı altında hissediyor. Dolayısıyla özellikle ilişki sürecinde elde edilen tatmini doyumu dikkate alırsak eşitlik kuramının daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz. Yani ilişkide en karlı ticaret, en iyi ticaret anlamına gelmeyebiliyor.
Bu konuya ilişkin bir kaç hususa dikkat çekmek gerekirse:
Olası bir ilişkinin başlangıcında taraflar kendilerini ve partner adaylarını ölçüp tartmakta sıklıkla zorlanırlar. İlgili araştırma sonuçlarına bakarak kur döneminde aşırı ısrarcı olmanın partner adayını kötü bir alışveriş yaptığını düşünmeye itebilir. Kendinizi fazla ağırdan almak ise partner adayının kendini yetersiz ve ilişki içerisinde güvensiz hissetmesine neden olabilir.
Aktif ilişki sürecinde hep alan veya hep veren olmak kısa vadede sorun çıkarmasa ve hatta bazı sorunların üstünü örtse bile bu tür asimetrilerin de uzun vadede değişik sorunlara yol açması kaçınılmazdır.
Hızlı Tükenen Aşklar
Görünüşe göre ilişkilerimiz de hızlı tüketim ürünleri arasında yerini çoktan almış durumda. Artık seri tek eşliyiz. İyi bir alış-veriş sonrası sevgilide tüketebileceğimiz her şeyi tükettikten sonra aşk sözleşmesini karşılıklı olarak feshedip, yeni insanlar ve aşklar tüketmek üzere yola koyuluyoruz. İlişkiler diğer insandan alabileceğini almak elde edebileceğini elde etmek, tüketebileceğini tüketmek ve sonra yeni bir ilişkiye yelken açmak üzere kuruluyor. Amaç sadece sahip olmaksa, sahip olunan, sahip olunduğu anda tüketilmiş oluyor.
Aşk çok sayıda insan için, iki insanın birlikteliklerinde buldukları ve beraberce tüketebilecekleri hazlar, mutluluklar bütünüdür. Bunlar tüketildikten sonra sıklıkla geriye aşktan ya da ilişkiden geriye pek bir şey kalmamış olduğunu görürüz. Antropolog Helen Fisher, boşanmaların özellikle dördüncü yıl dolaylarında yoğunlaşmasında bunun temel belirleyici olduğu görüşünü belirtmiştir. Bu dönem kimilerine göre aşkın kimilerine göreyse aşkın heyecanlı ve tutkulu dönemlerinin sona ermesini takip ediyor. Artık günümüzde evliliklerin aşk üzerine kurulduğunu da göz önünde bulundurursak bu gerçektende akla yatkın bir açıklama gibi görünüyor.
Zygmunt Bauman, içinde bulunduğumuz tüketim kültürünün aşka yaklaşımımıza derin etkisi üzerine Erich Fromm’un sevgiye dair kült kitabı Sevme Sanatı’na atıfta bulunarak şöyle diyor:
“Sevme sanatını öğrenme vaadi (doğru olması canla başla istense de yanlış, sinsi vaat), “aşk deneyimi”ni, isteklerden beklemeyi, çabalardan alın terini, ürünlerden çabayı çekip çıkarma vaadinde bulunan bütün özellikleri parlatarak cezbeden ve baştan çıkaran diğer metalara benzer kılma vaadidir.”
Zygmunt Bauman, Akışkan Aşk
sdsd
İlişkiye Yapılan Yatırımlar
…
Sonuç
…